3 Aralık 2013 Salı

Sabahattin Ali-Kürk Mantolu Madonna




İnsanlar birbirinin maddi yardımlarına ve paralarına değil, sevgilerine ve alakalarına muhtaçtırlar. Bu olmadıktan sonra, aile sahibi olmanın hakiki ismi, "birtakım yabancılar beslemek"ti.


Romanın baş karakterleri Maria Puder ve Raif Efendi'dir. Raif Efendi içine kapanık, melankolik ve dış dünyaya uyum sağlayamamış bir karakterdir. Hayatı boyunca birçok şeye boyun eğmiş, haksızlığa uğradığında bile buna karşı koyamamıştır. Sevmediği bir kadınla evlenmiştir, bir ailesi vardır. Kendi hayatına kendi yön verememiş, başkalarının istediği bir insan olarak hayatını sürdürmüştür. Hayatında gerçekten yaşadığını hissettiği sadece bir anısı olmuştur ve bunu günlüğüne aktarmıştır.


20'li yaşlarında babasının isteği üzerine gittiği Berlin'de, sanata olan ilgisi sayesinde bir sanat galerisine gider. Galerideki tablolar arasında bir sanatçının otoportresini görür ve tablodaki kadını hiç tanımamasına rağmen platonik olarak aşık olur. Bu tablo onda daha önce hiç hissetmediği duygular uyandırır. Raif Efendi tablodaki portrenin, Andrea Del Sarto tarafından yapılmış "Madonna delle Arpie" isimli tablodaki Madonna'nın portresine benzediğini düşünür. Tabloya o kadar hayran olur ki fırsat buldukça tabloyu görmeye gider, fakat başka gözlerin onu takip ettiğini farketmez. Artık ritüel halini alan bu tabloyu seyretme seansınlarından birinde bir kadın onun yanına gelir. Bu kadın, tablonun sahibi olan sanatçı Maria Puder'dir. Maria, Raif'in tabloya olan hayranlığının farkındadır. Raif ise başta onun kendisiyle alay eden biri olduğunu düşünür. Tablonun sahibi ile konuştuğunu öğrenince ise dünyası bir daha geri dönüşü olmayacak şekilde değişir.



O sıralarda Maria'nın da birtakım tezatlı hisler içinde olduğunu anlıyordum. Bazen aşırı derecede durgun, hatta hatta soğuk oluyor, bazen de birdenbire coşuyor, bana nefsime menettiğim cesareti verecek kadar müfrit bir alaka gösteriyor, adeta beni açıkça tahrik ediyordu. Fakat bu halleri çabuk geçiyor, aramızda tekrar eski arkadaşlık havası peyda oluyordu. Onun da benim gibi, dostluğumuzun, olduğu yerde kalmak suretiyle bir çıkmaza girdiğini farkettiği muhakkaktı.










Ne kendi sözlerim, ne de onun fikirlerinin yüzde yüz isabetli olmadığını seziyordum. Her ikimiz de, birbirimize karşı ne kadar açık olmak istersek isteyelim, bize tabi olmayan birtakım gizli müphem düşüncelerin ve arzuların idare ettiği muhakkaktı. Birleştiğimiz noktalar ne kadar çok olursa olsun, ayrı olduğumuz yerler de vardı ve bir taraf diğer tarafa kolayca uyuyorsa, bunu ancak daha ehemmiyetli bulduğu bir gaye uğruna yapıyordu. Ruhlarımızın böyle en saklı köşelerini bile ortaya dökmekten ve üzerine münakaşa etmekten çekinmiyorduk; buna rağmen hiç dokunmadığımız taraflar da vardı, çünkü bunların ne olduğunu biz de doğru dürüst bilmiyorduk; fakat bir his bana asıl bu cihetlerin mühim olduğunu fısıldıyordu.
Sabahattin Ali,  Kürk Mantolu Madonna(Sf.108)





Maria'nın karakteri Raif'e göre daha dominanttır. Kendisinin bir erkek gibi özgür yetiştiğini, canı ne isterse onu yaptığını Raif'e anlatır. Hatta Raif'i de çok naif bulduğunu dile getirir. İkisi bu özellikleri sayesinde birbirlerini tamamlarlar ve uzun süren bir arkadaşlık başlar. Raif Maria'yı çok sevmektedir fakat Maria'nın kendisine olan hislerinden emin olamaz. Yine de onun her istediğini yapmaya çalışır. İkisi beraber rüya gibi günler geçirirler fakat her zaman olduğu gibi bu romanda da hikayenin sonu kötü biter. Babasının ölümü yüzünden Raif Efendi Türkiye'ye, eski kasvetli günlerine geri dönmek zorunda kalır.


Niçin ilk defa gördüğümüz bir peynirin evsafı hakkında söz söylemekten kaçtığımız halde ilk rast geldiğimiz insan hakkında son kararımızı verip gönül rahatlığıyla öteye geçiveriyoruz?




Pek alelade hiç bir hususiyeti olmayan, her gün etrafımızda yüzlercesini görüp de bakmadan geçtiğimiz insanlardan biriydi. Hayatının bildiğimiz ve bilmediğimiz taraflarında insana merak verecek bir cihet olmadığı muhakkaktı. Böyle kimseleri gördüğümüz zaman çok kere kendi kendimize sorarız: "Acaba bunlar neden yaşıyorlar? Yaşamakta ne buluyorlar? Hangi mantık hangi hikmet bunların yeryüzünde dolaşıp nefes almalarını emrediyor?" Fakat bunu düşünürken yalnız o adamların dışlarına bakarız; onların da birer kafaları, bunun içinde, isteseler de istemeseler de işlemeye mahkum birer dimağları bulunduğunu, bunun neticesi olarak kendilerine göre bir iç alemleri olacağını hiç aklımıza getirmeyiz. Bu alemin tezahürlerini dışarı vermediklerine bakıp onların manen yaşamadıklarına hükmedecek yerde, en basit bir beşer tecessüsü ile, bu meçhul alemi merak etsek, belki hiç ummadığımız şeyler görmemiz beklemediğimiz zenginliklerle karşılaşmamız mümkün olur. Fakat insanlar nedense daha ziyade ne bulacaklarını tahmin ettikleri şeyleri araştırmayı tercih ediyorlar. Dibinde bir ejderhanın yaşadığı bilinen bir kuyuya inecek bir kahraman bulmak, muhakkak ki, dibinde ne olduğu hiç bilinmeyen bir kuyuya inme cesaretini gösterecek bir insan bulmaktan daha kolaydır.

Yaşlanıp ölümünün yaklaştığını anladığında, bu güzel günleri kaydettiği defterinin yakılmasını genç iş arkadaşından rica eder. Genç iş arkadaşı da Raif Efendi ile ilgili bu gizemi çözmek ve onu daha yakından tanıyabilmek için defteri okur.




Şimdiye kadar zannettiğim gibi, kitleden ayrılmanın bir hususiyet, bir fazlalık değil, bir sakatlık olduğunu hissediyordum. Bu insanlar dünyada nasıl yaşamak lazımsa öyle yaşıyorlar, vazifelerini yapıyorlar, hayata bir şey ilave ediyorlardı. Ben neydim? Ruhum bir ağaç kurdu gibi beni kemirmekten başka ne yapıyordu?

Kendimi bildim bileli bütün günlerimi, haberim olmadan ve nefsime itiraf etmeden, bir insanı aramakla geçirmiş ve bu yüzden bütün diğer insanlardan kaçmıştım.
Sabahattin Ali,  Kürk Mantolu Madonna(Sf.62)

29 Kasım 2013 Cuma

ZORBA - NİKOS KAZANCAKİS






 

Zorba Kitap İncelemesi




Hayatı kaçırmakla ilgili emin olmadığı fikirleri olan, Buda’nın takipçisi, sayfaların aşığı[1] bir Yunan[2] ve bir deniz yolculuğu sırasında tanıştığı Aleksi Zorba adındaki hayatını değiştiren yoldaşının hikayesi. Nikos Kazancakis’in kitabı klasikler anlamında okuyup en çok bağlandığım roman. Bu sanırım ana karakterde kendimi bulmamla alakalı.



 


Kitap üzerindeki bilgileri kullanarak, Nikos Kazancakis’den kısaca bahsetmek gerekirse; Nobel’i bir oy ile Albert Camus’a kaptıran, Zorba adlı romanı altmışlarındayken II.Dünya Savaşı sırasında yazan ve mezar taşındaki yazısıyla[3] ünlü bir insan.
Kitap çoğunlukla olaylar akışı şeklinde geçse de, arada çeşitli konular hakkında sunulan fikirler var. Fakat bu fikirler olaylara ve diyaloglara yedirilerek sunulduğu için, romanın akışından hiç kopmuyorsunuz. Ben normalde olay odaklı romanlardan hoşlanmasam da, karakterlerin olay odaklı romanlara göre daha farklı olması ve dediğim bütün hali sanırım hem beni, hem de olay örgüsüne bağlı olarak okumayı sevenleri yakalıyor.
Betimleme konusu, bir roman için en önemli konu bana kalırsa. Ruhsal betimlemeleri okumak inanılmaz keyif verici bir şey fakat oldum olası çevre betimlemelerinden hoşlanmam ben. Çoğunlukla bir kitaptan kopmamın tek sebebi çevre betimlemeleri ya da fiziksel betimlemeler olur. Bu sefer ise kitaptaki betimlemelere daha çok bağlandım, kitaptan kopartmadılar. Çünkü Nikos Kazancakis’in hayatın değeri ile ilgili yaptığı sorgulamalarda, hayatın içinden doğadan küçük şeylerden zevk almak önemli yer tutuyordu. Bu sebeple hem ben betimlemelere yoğunlaşmaya çalıştım, hem de bu betimlemelerin ardından yazarın hayatı yakalama çabası ile ilgili satırlar, Zorba ile bu yönde diyaloglar geldiğinden keyif alabildim. Böyle de bir artısı var kitabın konusunun.
Görsel
Otobiyografik roman olması, yaşayan insanları ve yaşanmış olayları temel alarak yazılmış olmasının kitap üzerine muhteşem bir etkisi var. O da şu ki, bu kitaptaki karakterler bu zamana kadar romanlarda gördüğüm en gerçek karakterler. Karakterlerin yaptığı hareketler, söylediği sözler, düştükleri durumlar, bunlara karşı tepkileri, genel olarak düşünce akışlarındaki ufaktan tutarsızlık. Anlatılan her şey normal hayatın bir resmi gibi. Kitabı okurken kesinlikle Kazancakis ve Zorba’nın Girit macerasını gizli kamera ile takip ediyormuş gibi hissedebiliyorsunuz.
Karakterler üzerine özellikle eğilmek gerekiyor, çünkü bir kitabı çoğunlukla olay örgüsü ile beğenmek mümkün olmuyor. Bu romanın da bana göre asıl çarpıcı noktası, karakterlerin derinliği. Karakter derinliği deyince, başlanması gereken isim de Aleksi Zorba. Zorba, çeşitli yerlerde çeşitli işler yapan, hayatı boyunca bu gezginlik hali ile yaşayarak öğrenen bir insan. Tanrı ve siyaset kavramları ile ulaştığı nokta, herhangi bir filozofun ulaşabileceği nokta. İnsan nefreti kavramını, o kadar düzgün oturtmuş ki, bana göre üzerine düşünülse bile bu kadar temelli tarif edilemeyebilir. Tabii Nikos Kazancakis tarafından abartılı bir şekilde sunulmuş olabilir hayat tecrübeleri ve fikirleri fakat en azından kitaptaki Zorba’nın çok şaşırtıcı bir karakter olduğu kesin.
Söz konusu kitap bir okuma aşığının hayattan kaçırdıklarını konu alır da, yön veren karakterin cinsel fikirleri tarif edilmez mi? Zorba, insan düşmanlığı ile beraber düşünüldüğünde çok ilginç bir fikre sahip. Kadınlara karşı gerçek bir zaafı var. Herhangi bir çapkınlık durumu değil, gerçekten zaafı var. Hayatı boyunca kadınların narin, zayıf varlıklar olduğunu düşünerek onu mutlu etmeye çalışan bir insan. Bunu çoğunlukla kendi mutluluğunun önüne koyabiliyor.
“Artık hiç kuşkusuz, karşısında bu boyanıp mumyalanmış kocakarıyı değil, kadınlara verdiği adla ‘dişi ırk’ın bütününü görmekteydi. Kişilik kaybolur, yüz silinir, genç ya da moruk, güzel ya da çirkin, hepsi anlamsız bir değişikliğe uğrardı; her kadının arkasında Afrodit’in onurlu, kutsal ve sır dolu yüzü belirirdi. Zorba bu yüzü görür, bununla konuşur, bunu isterdi; Madam Ortans sadece geçici, donuk bir maskeden başka bir şey değildi. Zorba ölümsüz ağzı öpmek için bu maskeyi yırtıyordu.” şeklinde bahsediyor yazar Zorba’dan. Zorba’nın kadınlara bakış açısını tam olarak gösteren bir alıntı bu. Karşısına bir bireyi değil kadınları, dişi ırkı alıp ona kur yapan, onu mutlu etmeye çalışan bir insan. Burada acıma duygusu, yapılanı tanımlayan asıl his. Kadınlar hakkındaki tam fikrini ise kendi ağzından şöyle söyleyebiliriz; “Bu kararsızlık geçidini, şarlatanlık tapınağını, bu günah testisini, bu hile otlarının bulunduğu tarlayı, bu Cehennem’in giriş yerini, bu kurnazlıklar taşan sepeti, bu bala benzeyen zehri, ölümlüleri dünyaya bağlayan bu zinciri; kadını kim yarattı?”
“(…) Eğer insana inansaydım, Tanrı’ya da, Şeytan’a da inanırdım(…) İnsan canavardır! İnsanlara umut verme.” alıntısı ile Zorba’nın din ve insanlar hakkındaki fikrini anlayabiliyoruz. “Zorba’dan başka hiçbir şeye ve kimseye inanmam. Zorba, ötekilerden iyi olduğu için değil; asla! O da canavardır. Zorba’ya inanırım ama. Çünkü yalnız ona sözüm geçer. Yalnız onu bilirim. Bütün ötekiler hayaldir!” işte insan nefreti ile bencilliğin harmanı muhteşem bir fikir. Bencilliğin ve insan nefretinin birlikte temellendirilmesi olan bu fikir, beni kitapta en etkileyen düşünce olmuştu.
Tıpkı tanrı kavramına, dinlere değer vermediği gibi, devlet ve vatan kavramlarına da önem vermiyor Zorba. Kısaca anlatmak gerekirse, Balkan savaşları sırasında Yunan avlayan Bulgar bir papazı öldüren Zorba, bir gün sonra çocuklarının sokakta dilenmesi ile karşılaşıyor. Bu zamana kadar azılı bir Yunan milliyetçisi ve askeri olan Zorba, bu olaydan sonra maddi yüklerden ve soyut yüklerden tamamiyle kurtulmak için silkinme çabası olarak tanımlıyor hayatının geri kalanını. Nikos Kazancakis roman başında ayrıldığı milliyetçi dostu[4] ile beraber kendi hayatında devlet ve vatan kavramlarını önemli olarak tanımladığından, burada da Zorba ile arasında bir fikir çatışması oluyor.
“(…) birden insanın ne olduğunu, dünyaya neden geldiğini ve ne işe yaradığını düşünüyorum… Bana kalırsa, hiçbir şeye… Her şey aynı; karım olsa da, olmasa da, namuslu ve namussuz olsam da, bey ya da hamal olsam da; yalnız canlı ya da ölü oluşumun önemi var. Beni Şeytan ya da Tanrı alırsa(Ne diyeyim patron[5], sanırım arada fark yok!) gebereceğim, pis kokulu bir leş olacağım, dünyayı kokutacağım ve bu dünya, boğulmamak için beni bir yere saklamak zorunda kalacak.” Zorba başka insanlara olduğu gibi, kendine ve kendi geleceğine dair de acımasız olan, hayat rolü dediğimiz amaç hakkında da olumsuz düşünen bir karakter. Bu fikirlerin, ecnebinin kullandığı sokak becerileri yüksek, yaşayarak öğrenen bir adamdan nasıl çıkabildiğini ise aklım almıyor. Kazancakis, eğer Zorba karakterine bir el atmadıysa çok ilginç gerçekten.
Görsel
Nikos Kazancakis karakteri ise günümüz tanımlaması ile badak[6] biri. Tabii ki hayat üzerine düşüncelere, Buda’ya, kitaplara tutkun biri ve bu yönüyle de kendisinden bahsetmek gerekiyor fakat şu alıntı Nikos Kazancakis’in yaşadığı hayattan ne kadar emin olmadığını, memnun olmadığını değil emin olmadığını gösteriyor; “Konuşmuyordum. Zorba’nın haklı olduğunu biliyordum ama, cesaretim yoktu. Hayatım yanlış yola sapmıştı, insanlarla olan ilişkilerimi bir iç konuşma haline sokmuştum. O kadar düşmüştüm ki, bir kadına âşık olma ile kitap okuma arasında seçim yapmam gerekirse, kitabı seçerdim.” bu yönü ile bu karaktere hayran olmamak elde değil bence. Kitap okumak üzerine bahsedilen bu tutku ve hayali karşılaştırma, toplumun değer yargılarına göre ne kadar farklı bir hayat standardı oturttuğunu gösteriyor yazarın.
Kazancakis’in hayatından ne kadar memnun olduğu sürüncemede bir konu. Doğal istekleri ve doğayı reddetmek üzerine de bir tarzı olan yazarla ilgili Zorba öncesi ve Zorba sonrası iki alıntı yaptığımızda değişimi göreceğiz; “Ben bedenin zevklerini küçümserdim. Becerebilsem, ayıp bir şey yapıyormuş gibi, yemeğimi gizli yiyecektim(…)” diyecek kadar içine kapanık ve doğal ihtiyaçları konusunda saplantı yapmış bir karakter. Zorba’nın her şeyi açıkça yaşayan halinden sonra ise değişim Kazancakis’i şu sonuca ulaştırıyor; “Yüz yıllık yasaları oldubittiye getirmek öldürücü bir günahtır; ölümsüz uyumu güvenle izlemek insanın borcudur.”
Nikos Kazancakis’le ilgili olarak kitabı okurken ufak bir okumaya başlamıştım ve ilginç bir durum var. Kendisinin din konusunda fikirleri hakkında herhangi bir şey söylemek mümkün değil. Kitap sırasında Buda’dan kopmadığı sırada[7] Hıristiyanlığa, Paskalya’ya yönelik şöyle sunulmuş bir fikri var; “Eğer kutsal kitap ‘Bugün ışık doğuyor’[8] demiş olsaydı, insanın kalbi hasret çekmezdi. Düşünce, efsaneye dönüşmez ve dünyayı bu kadar ele geçirmezdi. İmgelemimizi, yeni ruhumuzu canlandırmayan sıradan bir olay olarak kalırdı. Ama, kışın ortasında doğan ışık, çocuk oldu, çocuk da Tanrı ve şimdi yirmi yüzyıldır ruh onu tepesinde taşıyıp emziriyor.” bu fikirlere karşı Kazancakis’in Hıristiyan olduğunu, deist olduğunu, ateist olduğunu okudum. Bu yazılanlardan Hıristiyan olduğunu düşünmek zor gibi geliyor ama, araştırmak gerek bilemiyor fikrini.
Nikos Kazancakis’in kitabın başlarında verdiği, özgürlük üzerine fikirleri de ne kadar özgür olduğumuzu sorguluyor; “(…) Ya da acaba efendimiz ne kadar yüksekteyse, tutsaklık zincirimiz de o kadar uzuyor ve o zaman çok geniş bir harmanın içinde sıçrayıp oynuyor, sonra ucunu bulamadan ölüyoruz, bunun adına da özgürlük mü demişiz yoksa?” Bağlı olduğumuz zinciri, eğer gideceğimiz yer için zorlamıyorsak bile, zincirimizin olmasının ne anlamı var sorusu geliyor aklıma. Yani o zinciri zorlayan insanların, kırıp kıramadığı üzerine bir tartışma olsa tamam, o zaman ilk yetişme halimizin, ön kabullerimizin, ne kadar yıkılabilir olduğu, yıkılması gerekip gerekmediğini tartışalım. Fakat buradaki tanımlamaya odaklanırsak, o zincirin ucunu bulamayan birinin o zincirden şikâyet etmesinin bir anlamı yokmuş gibi geliyor bana. Yine de benzetme çok başarılı ve üzerine düşünülebilecek cinsten.
Bu kitaptan, benim çıkardığım bu kadar. Fakat kesinlikle birden fazla okunması gereken, değerli bir kitap olduğunu düşünüyorum. İyi okumalar diliyorum efendim.

[1] Kitapta kendisinden birden fazla yerde “kâğıt faresi” olarak bahsediliyor.
[2] Tanımlamada Yunan’ı kullandım, çünkü Yunanlıları Türklere çok yakın gören hiçbir şeye dayanmayan bir fikrim, ezberim var. Buna bağlı olarak ana karakterle, otobiyografik olduğunu bildiğimize göre Nikos Kazancakis’le kendimi çok daha fazla özdeşleştirdim. Kitapla ilgili özel bir bağ kurmama, karakterin yani yazarın Yunan olması sebep oldu sanırım.
[3] “Hiçbir şey ummuyorum, hiçbir şeyden korkmuyorum, özgürüm.” Bu söz aslında kendisiyle ilgili yazdığı önceki kısımların doğruya bağlı kalınarak yazıldığını düşünürsek, Aleksi Zorba’nın Nikos Kazancakis’in hayatında yaptığı değişimi özetleyebilecek bir söz.
[4] Milliyetçi dostu, öğrencisi Stavridakis Zorba Girit’e gittikten sonra Gürcistan tarafına giderek, buradaki Rumları Kürt saldırılarından koruyarak Yunanistan’a gemilerle taşımak için çalışan bir gönüllü oluyor.
[5] Patron şeklinde Nikos Kazancakis’e hitap ediyor. Kazancakis, roman sırasında Girit’te bir linyit madeninin başına geçiyor maddi gücüyle beraber. Zorba da çalışma sahasında işlerini hallediyor gibi bir durum var.
[6] Badak, karşı cinsle ilişkilerinde tutuk, çekingen, pasif ve ezik tavırlar sergileyen insan tipi diyebiliriz.
[7] Roman sırasında yazar Buda’dan ve doğal ihtiyaç bir nebze hor gören, aşırı uysal felsefesinden hayatını değiştirmek, Zorba gibi olabilmek amacıyla kurtulmaya çalışıyor. Yazarak bunu yapmaya çalışan yazar, en sonunda bu amacına ulaşıyor.
[8] 21 Aralık, gündüz saatlerinin artmaya başladığı bir dönümü ifade eder Kuzey Yarımküre için. Yazar ışık doğuyor derken, bu dönümden bahsediyor. Pagan inançlarında bu dönüm, bereketi simgelediği için kutsal bir yer tutarmış. Hıristiyanlığın figürü İsa’nın yeniden doğuşunun bu tarihe yerleştirilmesi, tüm dinlerdeki gündüz saatlerinin artması ile doğanın yeniden doğuşu düşüncesinin, Hıristiyanlığa da ucundan kıyısından dokunduğunu gösteriyor.


Kendin yarı şeytan olmazsan, şeytandan nasıl kurtulursun be?

Nikos KAZANCAKİS,Zorba(Sf.226)

Mutluluğun, basit ve açık bir şey olup bir bardak şarap, bir kestane, kendi halinde bir mangalcık ve denizin uğultusundan başka bir şey olmadığına aklım yattı. Yalnız, bütün bunların, mutluluk olduğunu insanın anlayabilmesi için basit ve açık bir kalbe sahip olması gerekiyordu.
Nikos KAZANCAKİS,  Zorba(Sf.102)


Kendini kurtarmanın tek yolu başkalarını kurtarmak için çabalamaktır.
Nikos KAZANCAKİS,  Zorba(Sf.17)

Denize vardım; kıyıdan kıyıdan aceleyle yürüyordum. Deniz kıyısında yalnız başına yürümek güçtür; her dalga ve gökteki her kuş bağırıp insana borcunu hatırlatır. Başkalarıyla yürürken güler, konuşur, tartışırsın, gürültü olur, dalgalarla kuşların ne dediğini duymazsın, belki de o zaman hiçbir şey söylemiyorlardır. Sizin bir söz kalabalığının içinden geçmekte olduğunuzu görüp, susarlar.
Nikos KAZANCAKİS,  Zorba(Sf.198)
  
Artık dünküleri hatırlamaktan, yarınkileri istemekten vazgeçtim; şimdi, şu anda ne oluyor, o ilgilendiriyor beni. 'Şimdi ne yapıyorsun Zorba?' diyorum. 'Uyuyorum,' diyor. 'İyi uyu öyleyse' 'Şimdi ne yapıyorsun, Zorba?' diyorum. 'Bir kadına sarılıyorum,' diyor. 'İyi sarıl öyleyse Zorba, hepsini unut, dünyada başka bir şey yok, yalnız o ve sen, Vira!'
Nikos KAZANCAKİS,  Zorba(Sf.306)
 Bir zamanlar diyordum ki: Bu Türk'tür, bu Bulgar'dır ve bu Yunan'dır. Ben, vatan için öyle şeyler yaptım ki patron, tüylerin ürperir; adam kestim, çaldım, köyler yaktım, kadınların ırzına geçtim, evler yağma ettim. Neden? Çünkü bunlar Bulgar'mış ya da bilmem neymiş. Şimdi sık sık şöyle diyorum: Hay kahrolasıca pis herif, hay yok olası aptal! Yani akıllandım, artık insanlara bakıp şöyle demekteyim: Bu iyi adamdır, şu kötü. İster Bulgar olsun, ister Rum, isterse Türk! Hepsi bir benim için. Şimdi, iyi mi, kötü mü, yalnız ona bakıyorum. Ve ekmek çarpsın ki, ihtiyarladıkça da, buna bile bakmamaya başladım. Ulan, ister iyi, ister kötü olsun be! Hepsine acıyorum işte. Boş versem bile, bir insan gördüm mü içim cız ediyor. Nah diyorum, bu fakir de yiyor, içiyor, seviyor, korkuyor, onun da tanrısı ve karşı tanrısı var, o da kıkırdayacak ve dümdüz toprağa uzanacak, onu da kurtlar yiyecek. Hey zavallı hey! Hepimiz kardeşiz be. Hepimiz kurtların yiyeceği etiz.
Nikos KAZANCAKİS,  Zorba(Sf.356)

7 Kasım 2013 Perşembe

Halil Cibran

Halil Cibran


Halil Cibran (d. 1883 - ö. 1931), Lübnan asıllı ABD'li ressam, şair ve filozof.
Halil Cibran
جبران خليل جبران
Lübnanlı felsefe yazarı,romancı,şair ve ressam.
Lübnanlı felsefe yazarı,romancı,şair ve ressam.
Doğum 6 Ocak 1883
Cebel-i Lübnan Mutasarrıflığı, Osmanlı Devleti (Günümüzde: Lübnan)
Ölüm 10 Nisan 1931
New York, ABD
Meslek şair, ressam
Cibran, 1883 yılında Lübnan'da doğdu. Eserleri ve düşünceleri dünya üzerinde geniş yankı uyandırdı. Şiirleri yirmiden fazla dile çevrilmiş olan Cibran aynı zamanda başarılı bir ressam idi. Resimlerinin bazıları günümüzde dünyanın birçok şehrinde sergilenmektedir.
Yaşamının yaklaşık son yirmi yılını ABD'de geçiren yazar, ölümüne kadar kaldığı bu ülkede eserlerini İngilizce yazmıştır.

Ermiş

Halil Cibran'ın en ünlü eserlerinden biri olan ve ilk kez 1923 yılında basılan Nebi adlı eseri, toplam 26 adet şiirden oluşan bir karma şiir denemeleri kitabıdır. El Mustafa adındaki bir kahinin 12 sene kaldığı Orphalese şehrinden ayrılıp evine gitmek üzereyken bir grup halk tarafından durdurulması ve ana kahraman ile halk arasında insanlık ve hayatın genel durumu hakkında geçen konuşmalar kitabın kendisini oluşturmaktadır.Cibran'ın bu kitapta El Mustafa isimli şahsa verdiği bu isimle peygamber Muhammed'i işaret ettiğini iddia edenler vardır.
Halil Cibran, yıl. 1898
Fakat kitaptaki metinler çoğunlukla Matta'ya göre İncil'in 5. bölümünde yer alan İsa'nın Dağdaki Vaaz'ıyla içerik ve üslup açısından benzerlik ve paralellik gösterir. Yazarın İnsanoğlu İsa adlı kitabındaki çalışmalar da dikkate alınırsa El Mustafa'nın Meryemoğlu İsa Mesih olabileceği iddiaları daha da güç kazanmaktadır.
Ermişin Bahçesi Halil Cibran'ın Ermiş kitabının devamı niteliğindedir. Türkçeye çevirisi R.Tanju Sirmen tarafından yapılmıştır. Yayın yılı 1999.

Bazı kitapları

  • Kırık Kanatlar
  • Haberci
  • Gezgin
  • Deli
  • Ermiş
  • Ermişin Bahçesi
  • İnsanoğlu İsa
  • Sözler
  • Dünya Tanrıları
  • Asi Ruhlar
  • Kum ve köpük avare
  • Gönül sırları (derleme)
  • Aforizmalar
  • Tanrı elçisi

23 Ağustos 2013 Cuma

Tutunamayanlar- "Turgut Özben Şizofrendir"




Turgut Özben romanın bel kemiğini oluşturan bir karakter olarak karşımıza çıkmaktadır, dolayısıyla o ve Selim Işık arasında geçenler, romanın birinci derecede konu kapsamını oluşturan öğelerdendir. Romanın genel havası melankolik bir tavırda sürüp gitmektedir. Olayların bu şekilde cereyan etmesinin sebebi ise roman karakterlerinden Selim Işığın dramatik hayatı ve kendi canına kıyması bir ikinci neden ise Turgut Özben’in yalnızlığı ve toplumsal sorunlar neticesinde bozulan piskolojisi.

Turgut bünyesinde bulundurduğu bir çok sıkıntının nedenini uzun bir süre sorgulayan bir yapıdadır. Bu; roman boyunca oluşan iç-monologlarla kendini hissettirmektedir. Turgut Özben’in piskolojisinin bozulacağı ve çeşitli halüsinasyonlar göreceği ve ardından uzun bir süre boyunca Olric denen bir şahıs ile konuşacağı  romanın ilk sayfalarından itibaren okuyucu ile paylaşılıyor: “Turgut, bütün bunları o sırada mı düşündü, yoksa sonradan, o anı hatırladığı zaman, öyle düşündüğünü mü sandı? Bilemedi: çünkü o zaman henüz Olric yoktu. Henüz durum bugünkü gibi açık ve seçik, bir bakıma da belirsiz değildi. Bir cümle kaldı yalnız aklında: “Güzel bir gün ve ben yaşıyorum.”[1] Olayların kötüye gideceği okuyucuya sezdirilmiştir. “Olric” Turgut Özben’in yarattığı bir karakterdir. Turgut kitabın ilerleyen sayfalarında uzun uzun “Olric” ile sohbet etmekte, hatta onunla tartışmaya dahi varan ifadeler kullanmaktadır. Turgut ölen arkadaşı ile ilgili  çeşitli hanisünasyonlar da görmektedir. Gerçek dışı olan bu konuşmalar hayal ürünüdür ve o anda Turgut’un kendisince geliştirdiği bazı hikayelere dayanmaktadır: “Turgut: “Sen, yalın düşüncelere alışıksın sadece. Hayatın asıl tadı, gerçek tuzu olan ikinci dereceden bilinmeyen güzelliklerin farkında değilsin. Biliyorsun hayat...” Selim: “Size ikinci ihtarı veriyorum.” Turgut: “Başkan benim. İhtarı ancak ben verebilirim.” Selim: “O halde kendine iki ihtar ver de aklın başına gelsin.” Turgut: “Olmaz öyle şey. Burası İngiltere mi? Bizde Anglosakson terbiyesimi var? Avam kamarasında mıyız ki en şiddetli tartışmalardan sonra bile iktidar ve muhalefet olarak meclisten kolkola çıkalım?”[2] burada da görüldüğü gibi Turgut ölen arkadaşı ile ilgili çeşitli hikayeler uydurup kendi kafasında ürettiği bir kurmaca hayal ile konuşuyor. Selim Işık gerçek bir karakter olmasına rağmen aralarında geçen bu örenekte de görüldüğü gibi tamamen hayal’dir. Bir diğer diyalog Süleyman Kargının evinde yine Selimin hayali ile yapılmaktadır: “Turgut eve girince bir koltuğa yavaşça yığıldı. İnsan, iki gün falan böyle hissetse kendini, Dostoyevski’yi kıskandıracak eserler yazar. Değil mi Selim? Turgut, münasebetsizlik etme. Ederim Selim. Ben artık dünya çapında büyük bir adam oldum. Bir bilseler... Allahtan bilmiyorlar. Bir de bilselerdi... Konuşturdun beni... yoruldum işte. Dehamı kaybettim. Hepinizi mahkemeye vereceğim. Süründüreceğim sizi, kendim de sürüneceğim. Daha beter olacağım.”[3] Turgıt’un bu açıklamalarından da anlaşılacağı gibi dehasını, yani aklını kaybetmektedir. Sorunlar onu kendi kafasında kurdu dünya ile avutmaktadır. Gerçekliğe artık fazla değer vermemektedir. Tamamen sanal bir zihinsel süreç içinde kendisinden ve gerçeklerden yavaş yavaş kopmaktadır.




[1] Oğuz, Atay A.G.E s.36
[2] Oğuz, Atay A.G.E s.71
[3] Oğuz, Atay A.G.E s.107

Turgut sebebini tam olarak kavrayamadığı bazı mutsuzluklar duymaktadır. Asıl görünen kısın Selim’in ölümüdür fakat Turgut aslında kendi sorunları ile başa çıkamamıştır Selim Işık ise onu temsil eden bir dosttur ve o da ölmüştür. Turgut gittikçe karamsarlaşır. Kendini suçlar ve içinde bulunduğu piskolojik çöküntüden kurtulamaz. Bu sözler Turgut’un kötüleşen durumunu iyi ifade etmektedir: “Selim’in ölümü gene odayı kapladı. Güneş tutulması gibi bir şey. Kelimelerin dağıtamadığı bir ağırlık. Ona anlatmalıyım, diye düşündü Turgut. Sonra bu zamanı konuşmadan geçirdiğim için pişman olacağım. Buradan ayrılınca, her şey eski karanlığına gömülecek. Bu anlayışı arayacağım boş yere. “Büyük bir karanlık hissediyorum,” dedi. “Tanıdığım Selim’i göremiyorum bu karanlık içinde. Benimle konuşmuyor. Sorularıma cevap vermiyor. Beni suçluyor. Kendimi suçluyorum.” Sustu.”[1]

Turgut romanın bir yerinde birinin ondan sigarası için çakmak istemesine kızıyor, kendini suçluyor, Selim’in hayali ile tartışıyor ve sonuç olarak da kendisini acımasızca eleştiriyordur: “Süleyman Kargı’nın evinden çıkarken Turgut’un başı ağrıyordu. Hava kararmıştı. Ilık bir akşamdı. Kaldırımın ortasında durdu; bir sigara yaktı. İnsanlar, Selim Işık’ın başına gelenlerden habersiz, aceleyle birtakım yerlere gidiyorlardı: birtakım insanlar, birtakım yerlere. Bir adam yaklaştı: “Ateşinizi müsaade eder misiniz?” Etmem. Siz, Selim’den bahsetmeme müsaade eder misiniz? Etmezsiniz. Gördünüz mü? Adam, kamburunu çıkararak eğildi, sigarasını yaktı; sağol anlamına elini başına götürdü, uzaklaştı. Hemen kaçtınız, değil mi? Kaçın bakalım. Sigara yakma hukuku. İnsan kaldırımın ortasında kararsız durursa, ya ateş isterler ya da adres sorarlar. Başka bir şey sormazlar. Sigarayı attı. Yardımı kesiyorum. Adımlarını hızlandırdı. Beni de bir yere sıkıştırıverseydi şarkıların içinde. Saçmalama! Turgut’u çok severdim. Benim olsaydı derdim! Senin kaderin, ortaokul manzumelerinde kalmak. Küçüktüm ufacıktım, gerçeklere acıktım. Efendim? Gerçekler mideme oturdu. Şarkıları bizim evde yazsaydın. Anlamadım! Bir sigara daha yaktı. Nereye gitsem? Süleyman’da kalmadığıma iyi ettim.”[2] Kendisi ile barışık, özgüveni yerinde ve dahası olumlu ve doğru düşünen bir insan profilinden gittikçe uzaklaşmaktadır Turgut. Yaşananların da etkisi ile hiç bir şey onu memnun etmiyor sürekli bir suçlu bulma endişesi içine giriyordur. Gerçek ile alakasız bir takım önyargılar da edinmiştir.




[1] Oğuz, Atay A.G.E s.110

[2] Oğuz, Atay A.G.E s.245

Turgut Metinle yani Selim’in arkadaşı ile randevulaşmıştır, onunla görüşmeyi beklemektedir. Turgut Metin’i beklerken onunla ilgili birçok önyargıya kapılmış ve onu zihninde canlandırdığı bazı yakıştırmalara tabi tutmuştur. Metin ise henüz gelmemiştir. Turgut Metin’in hayali ile konuşuyor, kafasında kurduğu önyargılar ile Metinin halüsinasyonu ile konuşuyor dahası onu eleştiriyordur: “Acaba Metin de tutunamayanlara giriyor mu? Bir bakıma girer. Hepsi de sevimli olmaz ya. Belki çoğu değildir. “Acı şeyler anlatıp sizi üzdüm galiba Turgut Bey. Konuşmuyorsunuz.” Parmağındaki altın şövalye yüzükle oynadı, iri kemikli ve küt eklemli ellerini ovuşturdu sinirli sinirli. Sıcak olduğu halde koyu lacivert elbisesini giymiş. Siyah elbisesi olsaydı onu giyerdi. Üzülme ölmezsin. Seksen yaşını bulursun bu ıstırapla sen Metin Bey. Karını bile gömersin de, üzüntüden bir daha evlenmiş bulursun kendini. Kendinden daha basit kadınlar bulursun evlenmek için, foyan meydana çıkmasın diye. Güner ve Kenan’la evlenecek değilsin ya. Şimdi Güner olsaydı, tutardı senin bacağından, kocaman ayaklarına dar gelen ve yer yer taşan ayak parmaklarının baskısıyla biçimi bozulmuş siyah ayakkabılarını, kantin masalarından birine dayardı ve pantalonunu sıvayıp vişne çürüğü jartiyerlerini gösterirdi bizim çeteye. Neden baston yutmuş gibi oturuyorsun? Buldum: bütün acına rağmen, korseni giydin. Çünkü romantikler göbekli olamazlar: yasaktır. Ben sana gösteririm. Limonata-pastakomparsita düğünü yaparak evlendin; bir önceki unutulmaz aşkının elemini bir sonraki kızın kollarında unuttun ve Allah kahretsin, belki de bu kelimelerle anlattın durumunu kıza evlenme teklif ederken. Kızla dansederken nasırların da ayağını vuruyordu. Belki üzüntün ondandı. İlk gece de pek parlak geçmemiştir. Ne yapayım Selim? Henüz öfkemi kaybedemedim. Neden bu adamın karşısına oturttun beni?”[1] Turgut zihnini tüm bu düşünceler ile bulandırmaktaydı. O insanları görmeden de onlar hakkında yorum yapabilme özelliğine sahipti. Kimi zaman iş daha da ciddileşerek Turgut etrafında bir çok insanın silüeti ile konuşup anlamsız tavırlar sergiliyordur.

Turgut artık sarhoşluğun da etkisi ile benliğindeki öfkeyi zihninden taşırarak fiziki kuvvet ile sonuçlandırmaktadır. Bilinçaltında yatan öfke ile harekete geçen Turgut, hiç olmaması gereken bir yerde bulunmaktadır; genelevde. Bu karısını üniversite yıllarından sonra ilk aldatışıdır. Bunu yaparken de sarhoşluğun etkisindedir ve Metin’in karakterden yoksun olan bir kişi olmasının da olayların bu yönde gelişmesinde büyük etkisi olacaktır. Belki de Turgut’un bilinçaltı onu burada olmasından dolayı ayıplamaktadır, onun buraya ait olmadığını haykırmaktadır fakat; o her şeye rağmen tıpkı Selim’in üniversite yıllarında yaptığı gibi kendini bu mekanlarda bulmuştur. Turgut’un karakteri ile ters düşen bu durum onu büyük bir zan altında bırakacaktır. Karısına, kendisine ve çocuklarına böyle bir ayıbı nasıl izah edecektir, bunları düşünmektedir. Bu çelişkili tavırları onun kendi benliği ile çatışmalar yaşamasına sebep olacak kitapta sürekli bahsi geçen ve Turgut’un geri kalan hayatı boyunca sürekli onunla beraber olacak  “Olric” de burada peydah olacaktır. Olric’in ilk defa bu genelev kurgusunda ortaya çıkması tesadüf değildir. Atay bunu bilinçli bir biçimde tasarlamıştır. Turgut’un hayatında kırılma noktası olan genelev onda “Olric” denen bir hayalet hediye edecektir. Turgut Özben’in Olric’e ihtiyaç duyduğu en beter yer burasıdır çünkü. Hayatında iç-monologların yoğun bir biçimde yer kapladığı Turgut, çelişkili yaşantısını artık şizofreni le sürdürmeye mahkum olacaktır. Bilindiği üzere uzun süreli halüsinasyonlar görülmesi, tekrarlanan hezeyanlar, kişinin konuşmalarında değişiklikler oluşması ve kişinin yalnız kalmak istemesi, toplumdan kopması şizofreni tanıları arasında yer almaktadır.



[1] Oğuz, Atay A.G.E s.247

Turgut şiddete genelev sahnesinde başvurmuştur Düşüncelerinde sürekli birileri ile münakaşa halinde olan Turgut Özben artık bu tepkileri fiziki olarak uygulama yoluna gidecektir. Hem de ona öyle geldiği için bunu gerçekleştirmiştir, yani şüphe duymuştur, buna herhangi bir kanıt da yoktur: “Bir adam, ona gülüyormuş gibi geldi; hemen adama saldırdı. Bir yumruk salladı: eline kan bulaştı. Zabıta, duruma müdahale etti. Bu adamdan davacı mısınız? Turgut, ellerini sarkıtmış, sallanıyordu. Adam, Turgut’a baktı: Turgut, elleriyle yüzünü kapadı. Efendiden bir adama benziyor. Yakışır mı ona? Hayır davacı değilim: kendinden utansın. Turgut tekrar kapandı. Polis kalabalığı dağıttı.”[1] Turgut, bilinçsiz bir biçimde alkol almıştır. Şizofreni ile alkole olan düşkünlük arasında da doğrudan bir ilişki vardır: “Şizofren bireylerin kötüye kullandıkları maddelerin türüne dair spesifik paternler var mıdır? Bu soruya olası yanıtlardan biri, self-medikasyon hipotezine göre bu bireylerin mevcut hastalık belirtileriyle ya da tedavide kullanılan ilaçların yan etkileri ile ters etkileşim kuracak spesifik maddeleri seçtikleridir (85). Alternatif bir hipotez de bu hastaların toplumun madde kullanım paterniyle uyumlu bir biçimde, maddenin ulaşılabilirliğine göre seçim yaptıklarıdır (86). Üçüncü bir olasılık ise şizofren hastaların, spesifik maddelere bağımlı hale gelmesinden sorumlu nörobiyolojik yatkınlık doğrultusunda tercihte bulunduklarıdır (87).” Görüldüğü üzere alkol ve madde kullanımı şizofren kişilerin başvurdukları bir rahatlama yoludur. Bu sayede belki de kendilerini şizofreniye neden olan yıkımlardan bir süreliğine uzaklaşmış saymaktadırlar. Şizofren bireylerin madde bağımlılığı önüne geçilemez bir hal alıyorsa bu o bireyde ve o bireyin mensup olduğu toplumda büyük yaralar açacaktır. Tüm bunların yanında şizofreniye neden olan etkenler günümüzde hala araştırılmaktadır ve kesin sonuçlar ne yazık ki elde edilememiştir. Edindiğim bilgiler ve yaptığım araştırmalar sonucunda kanaatimce zihnini iyi bir biçimde kullanamayan ve verdiği kararlarda tutarsızlık bulunan kişiler, kendi iç benlikleri ile çatışmaktadırlar. Birey hayatın gerçek yüzüne uyum sağlayamayınca beyin kendi dünyasını oluşturma çabasına girmektedir. Şizofren bireyler hayaller ile avunurlar. Asıl üzerinde düşünülmesi gereken nokta neden birey hayal kurma ihtiyacı duyar, şizofrenler kimi zaman peşinde ajanlar olduğunu onu takip edenlerin olduğunu düşünür, kimi zaman da kendilerine dostlar ve arkadaşlar yaratırlar. Bir şizofren kendi dünyasında bunlar ile cebelleşirken yani hayalini yaşarken, diğer insanlar gerçek bir dünyada ve realitelerin olduğu düşünceler ile yaşamaktadırlar. Rüya görmek doğal iken halüsinasyonlar görmek anormal bir vaka kaydetmektedir. Birey en çok ihtiyacı olduğu şeyi düşler, bunun yanın da en çok bilinçaltında biriktirdiği ve yaşamını olumsuz etkileyen korkuları ile meşgul olur. Bireyin bu korkularını veya bu arzularını daha başlamadan tespit edebilmek kişinin toplumsal olaylara bakış açısını büyük bir biçimde etkileyecek ve onu doğal istekler ve olası korkuları ile yaşamaya itecektir. Uzmanlar da şizofreni belirtileri ilk evredeyken müdahalenin önemine dikkat çekilmektedir.




[1] Oğuz, Atay A.G.E s.264

Deniz ÇEÇEN (Kaynak gösterilmesi halinde alıntı yapılabilir.)